Zihnin Işıkları,
Soğuk ve Gezegenimsi
15.02 – 30.03.2024
Aras Seddigh, Bilge Friedlaender, Levent Aygül, Osman Dinç ve Sinem Dişli’nin eserlerini bir araya getiren grup sergisi, Zihnin Işıkları, Soğuk ve Gezegenimsi, 15 Şubat – 30 Mart 2024 tarihleri arasında Galeri Nev İstanbul’da Gizem Gedik küratörlüğünde gerçekleşiyor. Adını Sylvia Plath’ın Ay ve Porsuk Ağacı başlıklı şiirinin dizelerinden alan sergi, insanlık ve kültür tarihinde her zaman merkezi bir rolü olan Ay imgesini çeşitli kavramlarla bağlantılı şekilde okunan bir metafor ve bir ifade ortaklığı olarak ele alıyor. Doğa ve insan arasında kurulan bağlamda bireyin aydınlık ve karanlık iç dünyasıyla, ölüm ve bunaltıyla, dişil enerji ve değişim evreleriyle ilişkilendirilen Ay, sergide Güneş’le ilişkisi üzerinden de bir merkez-çevre fikrine, yansıma ve yansıtma özelliğinden zihin ve bilgiyle bağlantılarına, nesilden nesle aktarılan gelenek ve semboller aracılığıyla ise ritüel ve döngü fikirlerine açılıyor. Jeofiziğe göre bir uydu gezegen olarak kabul edilen, kendi ışığı olmadığı hâlde yansıtıcı özelliği sayesinde ışık yayabilen Ay, geceye ait bir “öteki” olarak çeşitli psikolojik ve toplumsal çağrışımları da bünyesinde taşıyor.
***
“Zihnin ışığı bu, soğuk ve gezegenimsi. Zihnin ağaçları kara, ışığı mavi.”[1] Sylvia Plath’ın intiharından yalnızca iki yıl önce yazdığı Ay ve Porsuk Ağacı şiiri bu dizelerle başlar. Bizi ürkütücü fakat çekici bir melankoliyle karşı karşıya bırakan bu muğlak şiir, dizeler ilerledikçe giderek açılır ve şairin Ay temsilini aslında annesiyle, onun uzak ve katı doğasıyla bağdaştırdığını anlarız. Ancak Plath’ın aile ilişkileri ve ağır depresyonu dışında, satırlar içine gizlenmiş bambaşka çağrışımlar bulmak, doğanın kendisine ve insanın doğasına ya da inanç ve çaresizliğe dair pek çok okuma yapmak da mümkündür. Peki Ay, soğuk ışıkları ve geceye ait yalnızlığıyla melankoli ve hüznü çağrıştıran bir imge midir sadece? Bu formun düşündürdükleri ve hissettirdiklerine dair farklı bakış açılarına yer veren bir kurgu nasıl olabilir? Ayrıca, kendisine sonatların bestelendiği, hakkında şiirlerin ve öykülerin yazıldığı, aynı anda doğum ve ölümün, tutkulu aşkın ve yalnızlığın sembolüne dönüşen bu güçlü imge, Plath’ın şiirinden tam 8 yıl sonra yüzeyine ayak basılacak, hatta üzerine bayrak dikilerek farklı bir mite dönüşecek bir temsil olarak yeni bir anlam dünyasına adım atacaktır. Önceleri kıtaları keşfedip ele geçirmekle ilgili hırs ve iştahın yeni hedefi Ay’a ayak basmak olmuştur. Bazılarının Ay’ın artık romantik bir ilham kaynağı olmaktan çıkıp yalnızca bilimsel bir çalışma nesnesi, çorak ve cansız bir beden haline geleceğinden endişe etmesine yol açan bu gelişmeyle birlikte Ay, artık dünyanın süper gücü olduğunu kanıtlayan Amerikan öncü mitinin de nesnesi olur.[2] Ancak bunlara rağmen romantik, büyüleyici, atmosferik etkisini hiçbir zaman kaybetmemiştir. Bu soğuk, koyu gri, taşımsı / gezegenimsi / ışığımsı yapı, tanımlara tam olarak yerleşemese de kendi hâlinde her ay yeniden doğup yok olmaya, çeşitli evrelerinde de insan doğasını etkilemeye ve farklı kavramlarla ilişkilenmeye devam eder.
Rûmî’yle Şems-i Tebrîzî’nin sevgi ve bilgiye dayalı hikâyesinden Lars Von Trier’ın Melancholiagezegenine, Kanada’nın Banff kasabasından Göbeklitepe’nin simgelerle dolu ritüellerine, avangart devrimcilerin karanlığı bilgiyle aydınlatma ideallerinden efsane ve klişelere açılan sergi, jeolojik gerçeklerden derin metaforlara ulaşırken minimal, tekrara dayanan jestlerin, alçakgönüllü ve sade imgelerin yolunu izliyor.